Yazı Dizisi: BİR ACEMİ YOLCU İLE 1 HAFTADA 3 ÜLKE
Seyahatimizin dördüncü, Kara Orman Bölgesi’ndeki üçüncü günümüzün bu seferki rotası Baden-Württemberg Eyaleti’nin tarihi kaplıca kenti Baden-Baden. Lezzeti bol, doğa ile iç içe geçen bir önceki günden sonra, bu kez güzel bir Alman kentini ziyaret ediyoruz.
Daha önce de belirttiğim gibi Kara Orman bölgesini içine alan Baden-Württemberg Eyaleti Fransa ile komşu; Tarih boyunca bu iki ülke arasındaki etkileşimden dolayı buralarda Fransız etkisi görülmekte. Aynı durum Fransa’nın Alsace Bölgesi için de geçerli; oralarda da Alman etkisi görmek mümkün. (Bir sonraki yazımda Alsace bölgesinden de bahsedeceğim.) Baden-Baden de Fransız etkisinin görüldüğü bir şehir. Şehir izlenimlerime geçmeden önce bu kentin tarihinden kısaca bahsedeyim, böylece tarihin hangi döneminde Fransız eli değmiş öğrenmiş oluruz.
Romalılar döneminde “sular” anlamına gelen “Aquae” adı verilen yer, isminden de anlaşılacağı üzere her zaman yer altı kaynak suları ile ünlüymüş. Tarih içerisinde buraya eski Almanca “banyolar” Baden denmeye başlanmış. Hem Viyana hem de Zürih yakınında aynı isimdeki iki şehirden ayırmak için kente Baden-Baden adı verilmiş.
1847 yılında yapılan kazılarda ortaya çıkan bulgulara göre, Baden-Baden’e ilki yerleşim Roma İmparatoru Caracalla tarafından 210 yıllarında gerçekleşmiş. Eklem rahatsızlıkları olduğu bilinen Caracalla buraya sık sık gelir ve şifa ararmış. (Günümüzde bu şehirde Caracalla adında bir kapıca bulunmakta) O döneminde, Aquae’ya birkaç tane hamam inşa edilmiş. Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra şehir 12.yüzyılın başlarına kadar harap halde kalmış. Ancak nadiren kaplıcalarından faydalanmaya gelenler olmuş. 1121 yılında Baden Derebeyliğinin Hohenbaden Kalesini inşa etmesiyle beraber Baden-Baden yeniden önem kazanmaya başlamış. 1254’te Lichtental Manastırı açılmış. 14. yüzyılda Avrupa’da sık sık görülen salgın hastalıklardan kaçanlar, Baden-Baden’in kaplıcalarında şifa aramak üzere buraya akın etmişler. O dönemde bu suların mucizevi iyileştirici etkileri olduğuna inanılmış. 17. yüzyıla kadar kent, kaplıcalarından faydalanmak isteyenlerin uğrak yeri olmaya devam etmiş.
1618-1648 yılları arasında Avrupa’nın merkezinde büyük can ve mal kaybına neden olan Otuz Yıl Savaşları sırasında Baden-Baden Fransızlarca büyük zarara uğramış. 1688-1697 yıllarında arasında Fransa ile Kutsal Roma İmparatorluğu arasındaki savaşta, bölgeyi yeniden kontrol altına almak isteyen Fransızlar, bu kez kenti taş taş üstünde bırakmayacak şekilde yakıp yıkmışlar.
18. yüzyılın sonlarında, ironik şekilde, Fransızlar tarafından yıkılan şehri bu kez Fransız Devrimi’nden kaçan Fransızlar yeniden inşa etmeye başlamışlar. Ve yine aynı ironi, şehrin yıkılmasına neden olan Fransa ile Kutsal Roma arasındaki savaşı sonlandıracak, 1797-1798 tarihindeki, Rastatt Kongresi’ne katılanların Baden-Baden kaplıcalarını yeniden keşfetmeleri ile gerçekleşmiş.
19. yüzyıl başlarından itibaren kent modern bir kaplıca merkezi olarak gelişmeye ve turist çekmeye başlamış. Özellikle Avrupalı kraliyet aile üyeleri ve aristokratlar yaz aylarında Baden-Baden’i yazlık ikamet olarak tercih etmişler. Bu dönemde, bugün kumarhane olarak kullanılan Kurhaus, sıcak yeraltı sularından halkın faydalanmasına imkan tanıyan Trinkhalle, halka açık ilk kaplıca olan Friedrichsbad ve tiyatro binası inşa edilmiş. 1900’lerin sonlarına yaklaşıldığında Baden-Baden’e “Avrupa’nın yazlık başkenti” denmeye başlanmış.
Baden-Baden 2. Dünya Savaşı’na kadar önemli bir kaplıca ve yazlık kent olmaya devam etmiş. 2. Dünya Savaşı sırasında bombalanan ve zarar gören kent, savaş sonrasında bir süre Fransız Ordusu’nun Almanya içerisindeki merkezi olmuş.
2021 yılına Baden-Baden “Avrupa’nın Büyük Kaplıca Kentleri” başlığı altında UNESCO Dünya Mirası listesine dahil olmuş.
Baden-Baden ziyaretimizi üç nokta halinde planladık: Şehir merkezi, Hohenbaden Kalesi ve Weingut Nägelsförst şaraphanesi.
Gengenbach’tan aşağı yukarı 1 saatlik yolculuktan sonra, Baden-Baden’deki en eski yapılardan biri olan kaleye ulaştık. Bir turist olarak araba ile yolculuk yapacak olanlara şu tavsiyede bulunayım: Almanya’da özellikle şehir merkezlerinde araba kullanmak, alışık olmayanlar için oldukça karmaşık. Trafik ışıklarında, sola dönüşlerde size yeşil ışık yanmasına rağmen, kimi kavşaklarda hareket önceliği kuralı geçerli. Yani yeşili görüp hemen hareket etmeyin, karşıdan gelen aracın hareket edip etmediğinden emin olun. Ya da geçmek için size çalınan ısrarlı kornaları bekleyin 😊
Hohenbaden Kalesi büyük kısmı harabe halde kalmış, girişinde ise şık bir restoranın bulunduğu tarihi bir kale. (Şehir tarihinde bahsetmiştim) Şehre yüksekten bakan bir tepeye inşa edilmiş kalenin ortasında bulunan ana hole bir yokuştan çıkarak ulaşıyor, oradan da merdivenlerle üst katlara ve kulenin en üstüne kadar çıkabiliyorsunuz. Bu yüksek kalenin dört tarafı yemyeşil Kara Orman manzarası ise kaplı, güneyinden ise Baden-Baden kent merkezini tepeden seyredebiliyorsunuz. Aslına bakarsanız, manzarası dışında bina olarak çok fazla bir özelliği yok ancak tarih açısından Baden-Baden’in önemli bir noktası.
Hohenbaden Kalesi’nde bir buçuk saat kadar zaman geçirip, şehir merkezine geçmeden önce Kara Orman’ın meşhur şaraplarından tatmadan olmaz dedik ve yaptığım araştırmalar sonunda keşfettiğim, Baden-Baden’e yakın tarihi bir şaraphane olan Weingut Nägelsförst’ü ziyaret etmeye karar verdik. Çok kısa bir mesafede bulunan bu tarihi şaraphane oldukça meşhur ve şarapları bolca ödüle sahip. Üzüm bağları arasındaki dar yollardan ulaşılan rustik yapıda hem butik şarap üretiminin yapılıyor hem de küçük restoranında yerel bir pizza cinsi olan Flammekuche ikram ediliyor. Tam öğle saatlerinde vardığımız bu yerde, bizim de düşüncemiz hem Flammekuche yemek hem de şarap tadımı yapabilmekti ancak araştırmamı iyi yapamamışım ki, ziyaret ettiğimiz gün olan Pazartesi mutfak kapalıydı ve şarap tadımı yapılmıyordu. Bu kadar yol gelmişken biz de boş dönmeyelim dedik ve tavsiyeleri üzerine açık olan şaraphanenin mağazasından iki şişe şarap aldık; Tadımı yapmak dönüşe kaldı.
Bu kısa ziyaretten sonra artık şehri dolaşma vakti gelmişti. Google Maps üzerinden bulduğum, merkeze 15 dakikalık yürüme mesafesinde, tepede bulunan ücretsiz bir otoparka arabayı park edip aşağı doğru yürümeye başladık. Yol üzerinde Baden Derebeyliğinin son sarayı olan ve Florentine Tepesi olarak bilinen yerde bulunan “Yeni Saray”ın yanında geçtik. 3 sene öncesine kadar halka açık olan bahçesi, maalesef Kuveytli yatırımcıların burayı lüks bir otel yapmak üzere satın almalarından sonra, ziyarete kapatılmış. Yolumuza devam edip şehir merkezine ulaştığımızda karnımız artık çok acıkmıştı ve ilk olarak yemek yemek üzere bir deniz mahsulleri fast food zinciri olan Nordsee’ye oturduk. Balık ve deniz ürünleri seviyorsanız, burası karnınızı doyurmak için pratik, hızlı ve ekonomik bir tercih olacaktır.
Buradan çıkıp Fransız ekolü taşıyan binaların gölgesinde şehri dolaşmaya devam ediyoruz. Her ne kadar elimizde planlanmış bir harita olsa da sokakların bizi götürdüğü yere doğru ilerlemeyi tercih ediyoruz ve karşımıza Baden-Baden’in simge binalarından biri olan Trinkhalle çıkıyor. 1839-1842 yılları arasında, yanındaki Kurhaus’un kaplıca kompleksi olarak mimar Heinrich Hübsch tarafından yapılan bina Korint stilde 16 sütun ve duvarlarındaki ressam Jakob Götzenberger tarafından çizilmiş 14 adet fresk ile dikkat çekici. Modern bir Roma tarzı bina da denilebilir. Binanın iç kısmı oldukça sade ve günümüzde özel davet, konser ve çeşitli festivallere ev sahipliği yapmakta.
Kompleksin içinde bulunduğu harika bir peyzaja sahip parktan yürümeye devam ettiğimizde, hemen sağımızda Baden-Baden’in belki de en ünlü binası ve aynı zamanda Avrupa’nın en tanınan kumarhanelerinden biri olan Kurhaus’ı görüyoruz. 1824 yılında kumarhanesiyle birlikte Avrupa’nın zenginlerinin ağırlamak için mimar Friedrich Weinbrenner tarafından tasarlanan bina özellikle 1830’lardan 1. Dünya Savaşı’na kadar Avrupa aristokrasinin, zenginlerin ve yüksek sosyetesinin uğrak yeriymiş. Hatta 1867 yılında, Dostoyevski’nin “Kumarbaz” adlı romanını buraya yaptığı bir ziyaret sonrasında, esinlenerek yazdığı söylenmekte. Kurhaus sadece kumarhaneden ibaret değil. Tarih boyunca birçok önemli toplantıya sahne olmuş bir de salona sahip: 1925 Dünya Satranç turnuvasının bir ayağı, 1981 yılında Olimpiyat Kongresi ve 2009 yılındaki NATO zirvesi burada toplanmış.
Kurhaus arkamıza alıp yeniden şehrin merkezine doğru ilerlerken lüks mağazalar ve kafelerin bulunduğu bir avludan geçip şehrin tiyatro binasının da bulunduğu ferah meydanda soluklanıyoruz. Bu şehrin mimarisinde Fransız etkisinden bahsetmiştim. Önünde bulunduğumuz tiyatro binası da 1861 yılında, Paris Opera binasından esinlenerek inşa edilmiş, açılış konserini de ünlü Fransız besteci Louis-Hector Berlioz vermiş.
Baden-Baden şehir merkezi çok büyük değil, dolayısıyla buranın tarihi havasını yaşamak için en iyi yol yürümek. Artık yavaş yavaş dönüşe geçiyoruz ama arabamızın olduğu yere ulaşmak için şehrin bol Fransız-Alman melezi binalarının arasından yürümeye devam ediyoruz. Her girdiğimiz sokakta kimi zaman bir heykel, bir çeşme veya parlak renkli bir yapı şehrin rutinini bozarcasına hoş bir hava katıyor.
Son durağımız şehrin iki önemli kaplıcası Caracalla ve Friedrichsbad ile bugün lise olarak kullanılan eski bir manastır olan Klosterschule vom Heiligen Grab’in bulunduğu meydan. Caracalla ve Friedrichsbad aslında bir kaplıca kompleksinin iki parçası. 1877 yılında açılan Friedrichsbad, termal suların beslediği bir hamam olarak hizmet verirken, çok daha modern olan Caracalla hem kaplıca hem de yüzme havuzu olarak ziyaretçi kabul ediyor. Gönül isterdi ki vaktimiz olsun ve bu kaplıcaların sularına girip şifa bulalım ama maalesef yine zamanla yarıştığımız bir gün oldu ve sadece içeriye göz atmakla yetindik.
Bir günün daha sonuna gelirken, ertesi günün uzun ve yoğun programına hazır olmak için dinlenmek üzere Gengenbach’a geri dönüyoruz. "1 Haftada 3 Ülke" başlık yazı dizimin bir sonraki bölümünde, seyahatimizin üçüncü ülkesine yaptığımız yolculuğu anlatacağım.
Görüşmek üzere...
ความคิดเห็น